GELMEMİŞ BİR MEVSİME DAİR
Fatih TEZCE’nin kaleminden..
Masamın üzerini işgal eden kurumuş yapraklara sardım fotoğrafını.
Resim mi demeliyim fotoğraf mı, bilmiyorum.
Ben fotoğraf demeyi tercih ediyorum.
Kuşların cıvıltısına dokunur gibi sardım fotoğrafını yeni gelen eylüle.
Sen eylülde de ekimde de fotoğraf olmalısın.
Eylüle benze, ekime hazır ol diye sarıyorum seni güllerin kuru yapraklarının arasına.
Masamın üzerinde özenle yerini korumaya çalışan kurumuş güllerin kahverengine saldırmış ve dokundukça çıtır çıtır seslere boğulan yaprakları yorulmuş.
Ne zaman baksam bu yapraklara, yorgunluktan eğilmiş kafasını kaldırabilecek bir mevsim bulamayınca bana da hiç bakmadılar.
Her şey yoruluyor.
Güller de yorulur.
Günlerin yorulduğu gibi.
Her akşam, güneşin evini barkını toplayıp grilerin arkasına göç etmesi gibi yoruluyoruz.
Herkes birbirini yoruyor.
Sen beni yoruyorsun, o seni yoruyor, ben kendimi yoruyorum.
Kenarları tırtıklı fotoğrafını masamın üzerinde saklıyorum.
Gözlerimin değmesi yeterli saklayabilmem için.
Işığı gündüzden saklamanın anlamsızlığı üzerine kafa yoruyordum.
Fotoğrafını da kendimden saklamanın anlamsızlığını bu anda keşfettim.
Dün akşam sapsarı evini toplayıp bulutların ardına yerleşen güneş şimdi ise kırmızı çizgileriyle saçlarımda dolaşıyor.
Bir an için ellerini düşlüyorum saçlarımda gezinirken.
Yoruluyorum düşünmekten.
Düşünmekten yoruluyorum.
Saklambaç oynar gibi gözlerini yumuyor gündüzler.
Akşama geçiş yapıyor zaman.
Beyaz renkten bozma bulut grubu yapışıyor şimdi gökyüzüne.
Yaşlı adamların incecik damarları gibi inceden meltem rüzgârı esiyor insanların
yüzüne.
Çocukken çok çabuk büyümek isteyen, büyüyünce de çok çabuk çocukluğuna dönmek isteyen herkes, mavi gökyüzünü kapatan beyaz eskisi bulutlara bakıyor.
Zaman çok çabuk geçiyor, bulutların mavi gökyüzünü bir anda siyahla
kaplattığı gibi.
Zaman çok çabuk geçiyor, güller dün bahçede başını sağa sola sallayıp gövdesini mevsimine yaslarken bugün masamın üzerinde boylu boyunca uzanıyor.
Anlamıyorsun işte, bilmiyorsun kıymetini güllerin özgürce bahçede yaşarken mutluluğunu.
Yüzünü her sabah çiğ damlasıyla yıkayan ovanın sessizliği gibi içime atarak olanı biteni ben de sessizleşiyorum.
Sanki bir ses ayarı varmış da her şeyi şöyle elimle çevirerek sesini kısıyormuşum gibi kendimden çok emin bir şekilde -aslında kocaman bir hayal- ellerimi havada
gezdirerek çevremi sessize alıyorum.
Ben çocukken de ellerimi sürekli havada gezdirirmişim.
İlk şiirimi, okuma yazma öğrenmeden bulutların arasında ellerimi
böyle gezdirirken yazmışım.
Masamda boylu boyunca uzanan güller hâlâ bana bakmıyor.
Güllerin ve insanların ortak özelliği her ikisinin de kurumuş bir mevsimde kendisini kandırarak dirilmeyi umuyor olması.
O sabah kapının önündeki gülleri almadığından beri dünyadaki hiç bir gül artık yeşermeyecek.
Eski bir Rum evinin tarihi kapısının tahta merdivenlerle bitiştiği her sabaha bir gül
koyarak işine giden bisiklet tamircisi çocuğun yüzü o güller her sabah orada
kuruduktan sonra hiç gülmedi.
Kendini böylesine gizlemeni de anlamıyorum artık.
Saklambaç oynamayı unutalı çeyrek asır olmalı.
Ben saklambaç oyunu dışında kendimden gizlenmeyi hiç beceremedim.
‘Güllerin içinden gülerek gülerek gel bana gel.’
Eski bir plak, anteni kırık bir radyo, pili bitmek üzere olan sharp marka bir teyp
MFÖ’den bu şarkıyı çalıyor.
Teknoloji kaçıncı yılında olursa olsun, hangi tarihi çağda olursak olalım, kalbimizin sesini duyurmayı başarabiliyoruz.
Duman, güvercinler, atlar ve yağmurlar.
Hepsi de ben hangi tarihi çağda yaşamışsam sana o zamandan mutlaka
bir haber getirecektir.
İşte masamın üzerindeki bu çiçekler de -hangi tarihi çağdayız bilmiyorum ama- senden bana bir haber olarak duruyor işte karşımda.
Ve öylece bakıyorlar bana Yine de yaranamıyorum mevsimlere.