Bugün orda da cumartesi mi?
Fatih TEZCE’nin kaleminden

“Kocaman şehirler köye döndü. İnsanlar sevdiklerini alıp köylerine gittiler. Oysa Bin dokuz yüz altmışlar ’da tersi olmuştu.”
Hatırlıyordu. Dün gibiydi. Taşı toprağı altın diyerek göçü yıkmışlardı Büyükşehir’e. Mavi, arkası açık bedford marka kamyonla geldiler çamurlu yokuşu olan bu kente. Daha da hiç gidemediler. Akraba düğünü oldu gidemediler, cenazeler oldu gidemediler, asker eğlencesi oldu gidemediler. Bu sistem insanları koca bir kente hapsetmişti işte. Ya bugün, bugün de öyle değil mi?
Anadolu’daki köyleri de çamurluydu. Üstelik yokuş da yoktu köylerinde. Öyleyse neden gelmişlerdi?
Mavi bedford ’un arka açıktı. Karoserinde geldiler ailece. Hem de üşüyerek. Babası naylon branda ile sarmıştı kamyonun karoserini. Ama nafile. Oncayağmur, kulakları kızartan bir soğuk, burunların ucunu domatese çeviren rüzgâr. Annesinin köydeyken ördüğü beyaz süveterin içinden sarkan yırtık oduncu gömleğinin yenine burnunu sile sile baktı bu yeni kentin gökdelenlerine.
Kasetteki Haluk Levent şöyle diyordu: ”Bugün orda da cumartesi mi?”
Bir cumartesi günü taşındılar. Acaba köylerinde bugün de cumartesi miydi?
Gökyüzü görünmüyor, kuşlaruçmuyor. Papatyanın kokusu bu şehirde hissedilmiyordu. Oysa köylerinde her mavi hep gökyüzü, her yeşil hep çimen demekti.
* * *
Kentlilerin plaza dedikleri gökdelenlere benzeyen; tabiata başkaldıran bu ucube binaların birinde babası gece bekçisi olarak işe başladı. Köydeyken her gün gördüğü babasını artık üç günde bir, o da sabah kahvaltısında görebiliyordu.O kadardı. Kahvaltı bu kentin verdiği isim. Bildiğimiz sabah yemeği. Kent, işine geldiği gibi her şeye yeni ve tuhaf isimler vermekte mahirdir.
Bu kısacık zaman keşke bitmesiydi ama okula gitmek zorundaydı. On dakika ya gördü ya görecek. Sonra hemen okul için kapıya koşacak. Kapı önünde bekleyen okul servisinin olmaması demek, okula koşarak gitmek demekti kentte.
Köyde ise okulları, geniş bahçeleri olan; içinde elma, erik, kiraz gibi her türlü meyve ağaçlarının olduğu; bazen hanımeli bazen papatya bazen de yeşile düşen çiğ kokusunun siyah önlüğüne sırnaştığı, etrafı taş duvarla çevrili bir bahçenin içindeydi. Babasını her sabah bol bol görüyor, on dakikadan daha fazlası oluyor, kapı önünde babasının elini öperek okula gidiyordu. Okul demek her sabah babasını görmek demekti.
* * *
Daha da hiç gidemediler. Akraba düğünü oldu gidemediler, cenazeler oldu gidemediler, asker eğlencesi oldu gidemediler. Bu sistem insanları koca bir kente hapsetmişti. Şimdi arkası açık bedford marka kamyonetle köylerine geri dönüyorlar; kasette de Ferdi Tayfur’un arabesk şarkısı bağırıyordu: ”Hadi gel köyümüze geri dönelim/Fadime’nin düğününde halay çekelim/Hadi gel köyümüze geri dönelim…/
Bin dokuz yüz elli ’den sonra başlayan, ekonomik özgürlüğü önceleyen “Kırdan Kente Göç” ve toplumsal değil bireysel mutluluğu dayatan “Hayat Dışarda” dayatması iki bin yirmi ’de bitmişti çünkü. Bugün herkes evine ve köyüne sığınıyor.
“Allah’ın izniyle bu da geçecek”, dedi çocuk.“Önemli olan korona gibi virüsler bittikten sonra Bin dokuz yüz altmışlara dönmemek.”
————————————————————
*Yazı başlığı Haluk Levent’in Cumartesi/Bu Şehir isimli şarkısından alınmıştır.