Çay bardakta bitince yol başlıyor
Seninle az mı koşturduk buralarda. Çakılları inatla büyüyen bu yollar hepimizin ayaklarına takılmadı mı?
Seninle az mı koşturduk buralarda. Çakılları inatla büyüyen bu yollar hepimizin ayaklarına takılmadı mı? Yürümeye başlar başlamaz, annemiz bizi kucağından saldığı ilk andan itibaren adımlarımızı bu yolda atmadık mı dördümüz de? Bir ikindi vaktiydi belki. Belki de seyyar dondurmacıların köyleri gezdiği vakitlerdi.
Böğürtlen toplayan ellerimizi babam silmeye çalışırken iki şeyin asla çıkmayacağını burada öğrenmiştik; böğürtlenlerin rengini bir de babamın bize bakarken ki gözlerinin nemini. Gözlerimizin renklerinde hep bir ıslaklık oluşu o günden kalma bir emanetmiş bize. Sahip çıkıyoruz gözlerimize.
Dördümüz de burada doğduk, burada serpildik. Evimizin önündeki çam ağacı da bizimle büyüdü. Sonra her vakte bir tane denk düşecek şekilde el birliğiyle diktiğimiz şu ağaçlar da serpildi kocaman oldu. Ağaçların yapraklarında hayallerimizi sallanıyorduk ayrı ayrı, akşama dönünce günler. Evimizin önünde ne çok ağaç vardı, ne çok hayalimiz vardı evimizin önünde.
Gece olunca misafirimiz olan rüzgârlar ağaçlara sarıldıkça ağaçlar ağlayacak sanıyorduk, çocukluktu işte. Şimdi ise biri dokunsa bize belki biz de ağlayacağız, büyüdük işte.
Köylerde güneş en çok iki şeyi kıpkırmızı yapıyor. Tahta evlerin camlarına düşen ışıkları, utanınca başını yere eğen çocukların suratlarını. Kentler, kendi yalnızlıklarına bile çare bulamamışken nasıl yaşatacak bizim rüyalarımızı.
Elektrik direklerine leylekler yuva yapmayı sadece burada öğrenmişti. Her yüz metrede bir saman parçacıklarını sırtına yükleyen bu direkleri saymayı da okula başlamadan biz yine burada öğrenmiştik. Uzun gagalarıyla yavru leylekler uçmayı öğrenirken biz ise bu yollarda el ele tutuşmayı öğrenmiştik.
Maviye boyatmışlar pencerelerimizi anne. Önceden beyazdı her bir şeyi evimizin. Kireç kokusu sağlam bir giriş yapardı sokağa. Sokakta hanımelinden fesleğene, domatesten incire her türlü güzellik barınırdı. Şimdi ise evlerin mavisi yalnız.
Küçükken hep büyümeyi istemiştik. Büyümek demek buralardan gitmek demekti. Bugün minarenin içindeki dar merdivenden son kez çıkmak istedik. Şerefelerden son defa baktık ovaya. O zaman da yemyeşildi bugün de yemyeşil gözlerimizin baktığı her yer. Özleyeceğiz.
Bugün son defa görmeye geldik bu yolları. Az ileride küçük bir orman, kıyısında böğürtlenler, çakıllarında bizim ayak izlerimiz… İşte orada öyle duruyorlar. Hiçbir şey değişmemiş. Değişen sadece aynaya baktığımızda artık büyümüş olan bedenimiz. Gölgelerimiz yaşlanıyor, gözlerimiz ‘yaş’lanıyor.
Dördümüzün de dizlerini kanatan merdivenden –merdivene hatasını yüzüne vurmadan- hüzünle ağır ağır çıkıyor ve taş balkonda tek çiviyle asılmış aynadaki yarım gülüşlerimizi bırakarak buradan ayrılıyoruz.
O gün ben seni yine aynı yolda bekledim. Yol yine tozlu ve yine çakıl doluydu. Değişmeyen yollar, üzerinden geçen herkesi değiştirmişti. Önce çocukları değiştirdi sonra geçmeyen vakitleri.
Kuzine sobasının üzerinde ağlar gibi sessizce kaynayan demlik, vaktin tamam olduğunu söylüyordu hep. Çay bitince yol başlıyormuş. Gün bugünmüş demek, ne kadar da erken?
Hoşça kal çocukluğumuz…