ÇİÇEK MOTİFLİ HÜZÜN

Sen, sağını solunu rüzgârın yıprattığı lüküs ışığı gibi odamı aydınlatıyordun ve işte o zaman çiçekler açıyordu odamda. Kalbi yaralanmış bir adam çiçek motifli gömleği niye giyer sanmıştın?
Domates kasalarından evler inşa ederken evin en güzel yerinde, mutlaka çıra boşluğundan sızan güneş ışıkları olurdu. O minicik delikten kıpkırmızı bir güneş çıra kokusunda ilerlerken, yüzümün kızarıklığını güneşten zannedenler hep yanılmışlardı: ben bir sana, bir de güneşe bakamadım.
Bahçesine takvimlerde ne kadar gün varsa sığdıran hayali evim, seni de çıra kokusunda açan yaralarıma sığdırmıştı. Doksanlı yıllarda erkeklerin, güllü çiçekli gömlekleri neden hiç üzerlerinden çıkartmadıklarını hepimiz şimdi daha iyi anlıyoruz. Hem yokluktan hem yokluğundan. Kalpte açılan yaralar insana elbise de olurmuş!
Küçükpazarın stadyuma bakan çamurlu otoparkında ellerimizle uydurduğumuz mektuplar, sırtımızda güllü çiçekli gömlekler vardı. Her cümleye başladığımızda gömleğin bir gülü düştü yakamızdan. Kendi uydurduğumuz cümleleri yine kendimiz okuduğumuzda gömleğimizdeki güller boyunlarını büktü.
Pileli bol şalvarlı pantolonlarla herhangi bir lisenin önünden geçerken rüzgârda savrulmayan jöleli saçların zamanın makinası gibi bizi bir önceye bir sonraya götürmesini, yalpalamayı, gölgemizle aynı hizada yürüyememeyi, avucumuzun içinin terlemesini ve eski Rum sokağında unutulmuş gülleri, bir de gül motifli gömlekleri ze kuşağının hangi atakanına anlatabilirsin!
Hep aynı şey oluyor. Durup dinleniyor, soluklanıyor, sonra yine yürüyorum. Yürümeyi ben en çok seni aradığım için seviyorum. İranlı hurdacının “Hurda satın almak bahanemdir. Şehri sokak sokak seni bulmak için geziyorum” diye eski kasa pikabın arkasına yazdığı yazıyı karlı bir pazar sabahı karları eşeleyerek ben ellerimle yazmıştım, sen gör diye. Gördün mü bilmiyorum, oraya hâlâ kar yağıyor mu?
Buna benzer bir şiir de yazmıştım sana. Ama okumadım o şiiri bir kasete. Kaset kelimesini de bilmez ze kuşağı, sana bu yüzden anlatıyorum, nolur dinle! Şiirlerimi kötü okuyorum, biliyorum. Bu yüzden hiçbir harfini kirletmek istemedim sesimle şiirimin.
Dönüp duruyorum şehir gibi, gündüz gibi, gece gibi, gökyüzündeki kuşlar gibi. Kendi kendime dönüşüm bir sen etmiyor. Kendi kendime dönüşüm bir sen etmiyor diye de bir şiir yazmıştım sana. Ne çok şiir yazmıştım sana, acaba hangisi defterinde?
Dağlara paralel uzanmış denizleri rüyalarımda hep senin için taşıdım gözlerimden gözlerine. İnsan rüyasında da yorulurmuş; insan bir akşamüstü ansızın yorulur mu desem Attila İlhan gibi, insan gelir yorulur ve gider mi desem, İbrahim Tenekeci gibi… Yoruldum.
Eline hiç Kemalettin Tuğcu kitabı almamış, Ömer Seyfettin okumamış, pazar konserini Hikmet Şimşek’i hatta Himen’i, Şiira’yı, Uzaylı Zekiye’yi seyretmemiş bir nesil, seyretmekle izlemek arasındaki incecik tatlı farkı hiç anlamayacak işte.
Hep aynı şey oluyor. Son ana kadar geleceksin diye boş bir hayal kaplıyor bütün dünyamı. Bütün dünyam sensin, anla işte.
Hep bunları anlattım ben sana.