DEFANSTA UNUTULMUŞ MAHALLENİN DUVARLARINDAN FIŞKIRAN YEDİVEREN
Fatih TEZCE’nin kaleminden..
İnsan, gül gibi açandır yaralarını.
İnsanın gülleri yaralarıdır.
Ellerine batmış gülün dikenlerine saatlerce bakarak yıllarca mutlu kalabileceğini düşünür insan.
O gün ben de öyle olmuştum.
İnsan birisini severse onunla hiç karşılaşmak istemez.
Hiçbir yolun ona çıkmasını da beklemez.
Kaybolur öylece oralarda.
O gün ben de öyle kaybolmuştum oralarda.
Rüyam bitse de yatağıma dönsem diye düşünür insan gün boyu ayakta kendini ararken.
Kendini ararken baktığı yerler de bellidir.
Nasıl ki bir çocuk ceplerini karıştırıp bir şeker parçası aramışsa ben de seni gördüğümden beri gökyüzünü karıştırıyorum.
Kolaçan edip de seni aradığım her mavi parçasında geçmişindeki acılarını görüyorum.
Her bir gül dikenleri, geçmişindeki acılarını açıyor.
İnsanlar güllerin kırmızı yapraklarına sarıyorlar hayallerini.
Kırmızı rengiyle yaprak, aslında elimize batan kanların boya gibi dökülmesi ellerimize.
İnsanlar gülleri kırmızı zannediyor.
Her bir gül dikeni geçmişindeki acılarını yaşıyor.
Her bir gül, inatla uzanıyor yemyeşil kollarıyla çınarların arasından.
Mahalle de mahalleli de umutla bakıyor ekim ayında farklı gökyüzüne transfer olan leyleklere.
Leylekler gülleri ve seni başka başka maviliklere anlatmak için gidiyor.
Şehrin -futbol tabiriyse söyleyecek olursak defansında unutulmuş- tarlalara en yakın bir okulun bahçesindeki nar ağaçları her gün umut diye dikiliyor önüme.
Sen gül gibi açarken yaralarını, ben incir ağacına yaslanıyorum.
Fırından henüz taze çıkmış ekmeğini yarım sayfa gazeteye sararak sağ kolunun altına sıkıştırıp evine giden emekli tekel işçisi gibi huzurla doludur sabahlar.
Bu sabah da öyle oldu.
İlk işim, her zamanki gibi bahçeye koşmak oldu.
İşte oradasın.
Bugün de konuşacağım seninle: yaprağının renginden, yağmurun terinden, toprağının aceleciliğinden ve kendimden.
Toprağını taşıyarak ta buralara kadar gelmişsin işte.
Defansta unutulmuş mahallenin yine aynı defansında unutulmuş bu okulu, her gün yeniden görür gibi çocukça şenlenen bu mahallenin duvarları sanki el ele vermişler.
Duvarlar el ele tutuşmuşlar.
Kavgasız, bitişik, evleriyle barışık…
Bu bahçenin el ele vermiş duvarlarına çiçek resimleri çizmiştim bir gün.
Duvara her baktığımda “ah şairler siz büyüttünüz bu yaraları” diyen şairin her gün bir şiirini okuyordum.
Her güne bir şiirle başlamayı da ben bu bahçede öğrenmiştim.
Tüm bunları düşündüğümde avuç içlerim terden sırılsıklam olmuştu.
Ya heyecandan ya korkudan.
Hangisini tercih etmeliydim bilmiyorum.
Ya da sevdiği ile göz göze gelme ihtimalini matematik dersinde gördüğü türev integral gibi şimdi aklıma getiremediğim o konunun anlattığı hesaplama yöntemini halen öğrenemediğimden.
Zaman geçiyor bu arada.
Bahçedeki güllerin dikenleri de duvarlara beraber nakşettiğimiz yediverenlerin dikenleri de ellerime değil de kalbime batıyor.
Ellerinin her kıvrımını uslu uslu dolaşan kanlar, mor ve mavi karışımı damarlarından kalbime doğru yürüyor.
Gökyüzünün mavi parçaları birbirine yaklaşıyor.
Kalbimden kan fışkırıyor. Bahçedeki kırmızı güllerin rengi nereden diye mi sormuştun bana!
Anla işte, bu şiirler senin için.
Toprağını taşıyarak sana gelen yediverenler gibi.
Her bir yaprağını rüzgârların ittirerek seni selamlattığı yediverenler.
Bu güllerin her bir dikeni senin geçmişindeki acılarını yaşıyor.
Bu güllerin her bir rengi gökyüzünün seni ne kadar çok sevdiğini tüm şehrin duvarlarına çarpıyor.
Anla işte bu şehir senin için.