Ellerimizden böğürtlen yiyen çocuklar
Fatih TEZCE’nin kaleminden..
Çocukların dizleri hep kanamıştır.
O gün senin de öyle olmuştu.
Daldaki tırtıl, mısırdaki püskül, çınardaki sarı renkler görmüştü dizlerindeki kırmızıyı.
Gülümseyerek bakmıştın sen de onlara.
Ve bana da.
Sonra kalktın gölgenle beraber.
Gölgeni yerlerde bırakmadın.
Ben de sırtıma yükleyerek gölgemi, çocukluğuma saklanmıştım.
Çocukla çocuk olmanın ne demek olduğunu kitaplara yazmak kolay olanıydı.
Zor olan çocuk kalmakmış.
Çıkmadım o saklambaç oyunundan, hep çocuk kaldım.
Ta ki sen büyüyene kadar.
Sonra yürüdün.
Bugüne yürüdün.
Bir çocuğun en uzun yürüyüşü işte böyle oluyormuş dedim ben, henüz uydurulmamış bir masalımda.
Bazen düştün, bazen güldün.
Ama sen hep ‘gül’dün.
Bir çocuğun yürüyüşüne ilk kez tanıklık ettiğinde ağaçlar, tarlalar, uçaklar; ben de oradaydım.
Sen düşme diye bırakmadım elini, haziran ayının çam ağaçlarını çıtırdatarak büyüttüğü ve güneşin ellerini saçlarımızda gezdirdiği o günlerde.
Baraj sularının altında yaşıyor şimdi hayalleri, bir çocuk beşiğinde uyurken.
El ele tutuşarak mendil kapmaca oynayan mavi önlüklü ilkokul öğrencileri suyun içinde neden ıslanmıyor, diye sorduğunda cevabım sadece şu olmuştu: Çünkü bu bir hayâl.
Zaman kabına sığmıyor.
Benim de zaman kapıma sığmıyor.
Ay gidiyor, gün gidiyor, dün gidiyor.
Güller gidiyor, gülüşler gidiyor.
Suların bitişiğindeki bakışların gidiyor.
Gidiyor… Gidiyorsun… Bu gerçek…
Zaman kapıma sığmıyor.
Dağlar sığıyor, rüyalar sığıyor, dünya sığıyor, zaman sığmıyor.
Kahverengi kapılar bir beni, bir seni, bir de zamanı bekleyemiyor.
Kapılar ve zamanlar…
Söyleyecek şarkıları vardı daha ikindi yağmurlarının Nisan’da.
Daha çok erken.
Ama çok erken.
Tan vaktinin sabah bulutlarını denizlerin içinden ödünç alıp onu ittirdiği gibi tarlaların üzerine…
Çok erken.
Böğürtlenlerin dikenli yaprakları arasına bağdaş kurup şiirler okuyacaktık bir de.
Ve ellerimize, yüzümüze, gurup vaktinde kuşları kovalayan çocukların dudaklarının sağına soluna bulaşmış böğürtlen lekeleriyle olacaktı akşamlar.
Gözlerin böğürtlen kadar işte bu yüzden güzeldi.
Karadeniz’in kokusunun geldiği ama kendisinin yanımıza kadar gelemediği temmuzlarda toprakları üst üste yığdığımızda zamanı da üst üste topluyormuşuz bir an önce geçsin diye.
Bilemezdik.
Bu kadar erken olacağını bilemezdik.
Bilemedim.
Irmaklara yaslanınca rüzgârlar, dalgalarla geldi de geçti çocukluk.
Çocuklarını omuzlarında bir peygamber sevinciyle taşıyan köylülerini hatırlattı bana Kızılırmak.
O anda kelebekler kondu yanağına…
Ve rüzgârlar…
Köyler, toprak yollarıyla büyüyen yerleridir her çocuğun her sabah inatla adım atışında.
Sen de öyle büyümüştün.
Adımlarını birbirine değdirmeden ata ata büyümüştün.
Bir tek gözlerine değmişti adımların.
Böğürtlen karası gözlerine.
Büyümek yaşlanmak değilmiş.
Büyümek gözlerin ‘yaş’lanması demekmiş.
Niye bu kadar çabuk büyüyorsun diye sormak isterdim her çocuğa.
Hatırlar mısın daha çok yeni bir şiir yazmıştım sana, bana, onlara: “çakıl taşlarını bekleyen köyün yollarında bekleyen dört kız kardeş”
Bir Instagram sayfasında görünce resmini, o zaman anladım.
Belki de ağladım.
Sosyal medyada olanlara yalan diyordu ya işin uzmanları hep.
Yalan değilmiş. Gidiyorsun.
Ellerimizden böğürtlen yiyerek büyüsün çocuklar.