GECE YARASI..
Fatih TEZCE’nin kaleminden..
Sevseydi terk etmezdi dedi kuşlar gökyüzünden yeryüzüne bakıp…
Çok sevdiğinden terk etmiştir belki de dedi bulutlar, ırmakların üzerindeyken…
Yağmur olup daha güzel dönmek içindir belki dedi çiftçi, gözlerini kavrula kavrula pembeye dönmüş güneşe çevirip alnında biriken terlerini beyaz mendille silerken…
Çatlamış toprağın kahverengisinden yol açıp fidanların göğsünde süt olan sabah çisesi, rengini yeşilden ödünç alan otların kanatlarını doyururken, ayak izleri buradaysa elbet gelecektir bir gün dedi…
Mısır püskülü hafif meltem rüzgârında saçlarını bir o yana bir bu yana sallarken gövdesine çakılan sabah, belki de akşam olmadan dönüp gelecektir diye fısıldadı meltem rüzgârına…
Leylekler çığlıklarla taşınırken sıcak ülkelere tarihi kasabadaki tarihi evlerin bacalarından, telgraf telleri bir haber bulabilmek için göğsüne dikti odundan direkleri…
Çam kokusu temizlemişken köy yollarının büyüye büyüye gözlerimizi kapatan toz bulutlarını, ağaca yaslanan ay ışığı size onun gölgesini getireceğim rüyalarınızdan dedi…
Hatırlıyoruz hepimiz; bahçenin ilk ağacı sevgiden mahrum böceklerin istilasına uğrarken, suyun şefkatli kollarını toprakla buluşturmayı unutmuş olan bir adamın sebep olduğu ağaç, kökünden hepimizin gölgesine devrilmek üzereyken, gökten sallana sallana arz-ı endam ederek arza kavuşan yağmurları sıkıca yakalayan kolları sayesinde nöbet yerini korumasını bilmişti…
Her sabah o ağaca hal hatır sorarak başladı rüzgârlar işlerine…
Demir pencereye tırmanan korkusuz uğur böceği, gökyüzüne de tırmanacaktı ki bahçeye bir gece vakti sessizce getirilmiş ve çimenlere monte edilmiş telleri gördüğünde, belki de bizi prangalarımızdan kurtarmak için sığınmıştır çitlerin yeşiline dedi…
O anda bir adam baktı pencereden ve şehre ve bahçeye ve gönlüme -baktım evet, bir de sana- hüzün sahip oldu her yere ve her şeye…
Yıldırımlar çıktı pencereden bizi izleyen adamın dilinden, saçlarıma dolandı yıldırımın kıvılcımları; şimşek çaktı gözlerinden uğursuzluk sardı gözlerimizi…
Sonra yürüyen gölgesi birden terletti bu adamı…
Gölgesi havada uçuştu…
Eliyle kendini toplamaya çalıştı gölge…
Korkunç bir kalabalık, bıraktı gitti pencerede öylece donup kalan bu adamı…
Yıldırımlar tekrar toprağa -evlerine- döndü, şimşekler yağmur dinince bulutları da çekince, gökyüzü masmavi oldu…
Âşık olan yürür; yürüyen âşık olurmuş…
Karıncanın aşk yolunda kendini feda etmesini gören tırtıllar, kelebek olup uçmadan az evvel Hazerfen’in ipekten kanatlarıyla kartal gibi süzülerek geleceğimi iddia etmişler…
Pamuksu bir gün -belki Pazartesi belki Cuma- yolcu taşıyan minibüslerin farlarında henüz doğmamışken, yıkılan eski evlerin modern binalara mağlubiyetini zevkle izleyen obez geceler ise aşk için karanlığı tercih eden dünyanın kendi ekseninde dönmesini, ders konusu olarak görmüş ve ders kitaplarına bu bahane ile sığınmıştı…
Önce kulağıma ses, sonra gözlerime ışık olarak vuran televizyon ekranı, odamı taciz ederek beni uyandırdığında, karayel rüzgârından kaçıp bana sığınmak isteyen yağmurların pencereme vurup ”Beni de rüyana alır mısın?” ısrarına hayır diyemediğimden rüyamı bitirdim.
Ben hiçbir ısrara hayır diyemedim; ”hayr” dedim hep…
Çam yeşili manzaralı, bol ağaçlı, sarı ve kahverengi yapraklı mevsimi izlemek için kendimi bir anda bulduğum balkonuma, deniz tarafından gelen şöyle bir ses bıraktım;
”-Gözlere sevinç, kalplere mutluluk, gökyüzüne güneş bıraktık… Biz ardımızda gül kokan bir bahçe bıraktık…”
Fatih TEZCE