GÖZLERİMDEKİ YAĞMURLARI ŞIMARTAN…
Fatih TEZCE’nin kaleminden..
-Canım Oğluma-
Bütün şairler bir kızı olmalı insanın diye şiirler yazdılar.
İyi de yaptılar doğrusu.
Eli kalem tutan herkes her bir kelimenin sağından solundan çekiştirerek kız çocuklarına yaklaştırdılar sevgi cümlelerini.
Belki de en çok kız çocuklarına yakışıyordu sevmek, kim bilir…
Denizleri mavi gözlerinde toplamış adamlar ayrım yapmadan çekiştirdiler rüzgârı dağların eteklerinden.
Rüzgârla kazınmış avuç içlerimizin terlemiş kokusunu en iyi, babasının elinden sımsıkı tutan bir oğul bilir çünkü.
Çünkü toprak kokusunun aslıyla baba kokusu olduğunu, babasının gözlerinden gözlerini ayıramamış bir oğul anlar.
Şifahanelerin musiki ve evlat ile hastaları iyileştirme yeteneğini huzurevlerinden bekledikçe yıl isterse üç bin yirmi olsun hiç kimse iyileşmeyecek, demiştin.
Bu cümleyi sen bana Ankara’nın Çukurambar semtinde kırk yedinci katta bulunan plazanın güvercin konamayan penceresine dalarken söylemiştin.
Yaşından beklenmeyen cümleleri ben böyle işittiğimde omzunu bağrıma yaslamış, önce gökdelenin camlarına oradan da gözlerime yansıyarak ele ele tutuşarak geçen trenleri ezberlemeye o akşam başlamıştım.
Sen bana hep iyi geldin oğul.
Modern kentlerin çıkmazında hormonla yetişen tavırsız insanlara çözüm diye depresyon ilaçları teklif ettiklerinde, ben sadece senin kumral saçlarını öperek iyileştim.
Evet, oğlum ben iyiyim.
Ama ah o akşam!
O akşam seninle görüntülü konuşmayı arzu etmiştim.
Teknoloji nazlı bir gelin gibiydi.
Modernizm eğer isterse bize her şeyi yaptırma gücüne ne yazık ki sahiptir!
Akşam, ah o akşam…
Dört buçuk g, nazlanmış ve görüşememiştik.
Görüşmek kavuşmanın bir önceki hali.
İsmin e-hali varsa –den hali de vardır ya, işte öyle.
Sen-den önce ben-den sonra gibi.
İçimden geldiği gibi davranmaya seninle başladım ben oğul.
Bir bebek gibi, çoğunlukla yalnız ve tek başıma…
Çoğunlukla ne dediği anlaşılamayan bir bebek gibi ve mahzun…
İkimiz belki bu sebeptendir ki iyi anlaşmıştık.
Sen bebektin emekliyordun, ben babaydım yalnızdım.
Yılın bir önemi yok.
Milattan sonra bilmem ki kaç…
Oğul, açılmamış bir kitap imiş.
Ne güzel bir kitap olduğunu, iyi ki böyle bir kitaba sahip olduğumu ben hep şükrederek anlattım.
Şükür, vefanın bir sonraki adımı olsun. Ben hep şükrettim senin için oğul. Oğul, sen bana hep vefayı hatırlattın.
Bir baba için oğul, sağ yanında duran dünyadır.
Sağ, mübarek bir duruştur.
Eve sağ ayakla girilir, yemek sağ elle yenilir, ezan sağ kulağa okunur, bir çocuk sağ yanağından öpülür.
Ben her gece senin sağ yanağından öptüm de uyuttum seni oğul, bilmem hissetmiş miydin?
Z
aman ve şehir arasında ince bir çizgi var.
Zaman dünyanın her şehrinde aynı isimle söyleniyor.
Ama içini insanlar dolduruyor. İçinde insan varsa zaman kıymetlidir.
Benim kıymetli oğlum, sen hem benim, hem de tüm zamanlarımın içindesin.
Şehir, içinde sen varsan şehirdir.
Bak, bu gökteki avare duran güneş sabahları penceremde sızmayacak, sen nar ağaçlarını avuçlarınla sulamadıkça; ay vakti lacivert hırkasını giymeyecek, sen elinde kır çiçekleriyle akşamları sokağa girmedikçe.
Papatyalar en güzel kokusunu yaymayacak; güzden sonra bahar olmayacak işte, sen en güzel şiirini yazmadıkça…
Sensizlikten yorulmuş kollarıma bırak kendini ey oğul…