HASTANE PENCERESİNDE YAŞLANIYOR ZAMAN
Fatih TEZCE’nin kaleminden..
Töngel yaprağına sarı bir leke bırakarak geçip gidiyor güneş, insan yığınlarının üzerinden.
İnsanlar farkına varmadı bile güneşin tepelerin üzerinden doğduğuna, sonra doğuya doğru doğrulduğuna.
Zamanı yetiremeyen insanlar, bitiremediler koşuşturmalarını.
Hastane penceresine sırtını dayadı bir müddet sonra güneş.
Seyretti insanları: Çaresizliği, çareyi, umutsuzluğu ve umudu.
Karınca kadar zayıf kalmış gün ışığını canlandırmaya yeltendi ilkin güneş, aynalara kırmızımsı bir çizgi bıraktıktan sonra.
Sarı saçlarını toplayarak seyretmeye koyuldu güneş, olan biten ne varsa.
Kireçleri siyah paltosuna yama yapmış şu adam hangi hastayı hangi halde umuyor acaba?
Gözlüklerini talaş dediğimiz ağaç doğrama kıymıklarının süslediği şu genç adam hastane koridorlarında hangi hayallerini gezdirmektedir ellerinden tutarak.
Beyaz minibüsünün ışıklarının rüyalarını aydınlattığı bu şoför ise elinde oyuncak kamyonuyla bekleyen çocuğunu evde görebilmenin hesabını yapmakta.
Sonra hastane penceresinde bekleyen anne babasına el sallıyor iki genç kız. Ellerinde cep telefonlarıyla.
Hayır, telefonlar kulaklarında.
Elleri mavi havada.
Masumiyetin resmi bu olsa gerek.
Baba diyor, sen gel diyor, bir daha televizyon kumandası kavgası yapmayacağız diyor, söz diyor kız.
Diğeri ise anne diyor, sen gel diyor, bir daha ders çalışmamazlık yapmayacağım diyor, söz diyor.
Ve ekliyor, elleri mavi havadayken cep telefonundaki konuşmasına: Biliyor musun anne, matematikten doksan almışım.
Güneş hastane penceresine yaslanmaya devam ediyor.
Devasa büyüklükteki hastaneler, insanların devasa isteklerini yerine getirmeye niyetlenmiş gibi sürekli yenileniyor, yeni gelen eski gidenlerle.
Gidenler eskiyi unutuyor, gelenler yenide takılıp kalıyor.
Devasa hastaneler insanların devasa isteklerini yerine getirmeye çabalıyor.
Kelem yüklü traktör römorkunun arkasına yapışıp gelen bir rüzgâr hızlıca giriyor hastane bahçesine.
Elleriyle helal bir hayat yaşatmış olan yaşlı bir adam bir paket nokulla giriyor doktorun odasına.
Yüzü gülüyor, sesi yüzüne çıkıp oraya yerleşiyor adamın.
Ve kırk yıl hatrı olan eşini alıp köyüne dönüyor.
Batık minarenin sulara gömülmüş betonu kadar ıslak ve soğuk bir günde hastane bahçesinde yeniden bir hayat için umutla yeşermiş ağaçların dallarında ev bark tutmuş ağaçlar, kasım ayında sapsarı oluşundan hemen sonra bir ihtiyarın kurumuş damarları gibi dallarda sallanan bu yaprakları yoldan geçen herkese böyle gösteriyor işte.
Gençler bu yapraklara bakarak ve içindeki hülyalara dalarak bitmesin bu zaman ve geçmesin yıllar diye boş bir hayale kanıyor.
Hüseyin Altın, bir arabesk şarkıyla eşlik ediyor bu ortama: Dargınım sahte sözlere…
Hastane bahçesindeki atemelerden para çekmek için sıraya geçmiş olanlar ise yağan yağmura aldırmadan sırtında annesiyle koşarak giriş yapan genç adamın anne sevgisiyle, şimdi ellerinde tuttukları paranın sevgisini mukayese etmek için birbirlerinin üzerlerine salıyorlar laflarını.
Otogarda oturup şiir yazan şairler şimdilerde hastanelere akın ediyor.
Burada da her insan bir şiir çünkü.
Güneş hâlâ hastane penceresine yaslanıyor.
Aslında güneş hastane penceresinde yaşlanıyor.