Kasketli adamların kasvetli bakışı
Fatih TEZCE’nin kaleminden..
Şu yemyeşil tarlanın masmavi gökyüzü altında nasıl dirildiğini en iyi sen bilirdin.
Kırmızımsı bir sabaha uyanan töngel ağacının nasıl da direnerek büyüdüğünü senden dinlemiştik.
Buğday pazarında otururken kasketli adamların ne kadar kasvetli oluşunu hep sana bakarak görmüştük.
Günün, gecenin, zamanın tükenişi senin boylu poslu heybetli yürüyüşünde saklıydı.
Sen yürüdükçe zaman yürüyor; nihayete eriyordu sokaklar.
Böylesi kasvetli yürüyüşüne ilk kez tanık olduğumuzda bu mahallenin tüm çocukları on beş yaşındaydı.
Hakkında pek çok şeyler duyduk mahalleli olarak.
Bir dağ köyünden ilçe merkezine ırmak üzerinden kayıkla geldiğin, sonra da kayığını omzuna yükleyerek köyüne geri döndüğün gibi mesela
Tam bir efsane, tam bir masal kahramanı gibiydin çocukların gözünde.
Tam kırk beş kilometre yolu kan ter içinde yürüyerek kat ettiğini de duyduğumuzda çocuğun elindeki balkaymak dondurması şapadanak yere düşmüştü şaşkınlıktan.
Şimdikiler bilmiyor işte, eve ulaşmanın zorunlu sonucu böyleymiş eskiden.
Hani 1 Mayıs İşçi Bayramı’nda insanlar ellerindeki karanfilleri bilmem ne yokuşuna bırakıyorlar ya eminiz ki seni tanısalardı o karanfilleri deste deste senin kucağına bırakırlardı.
Emek sendin, çalışmak sendin, hürriyet sendin.
Dizlerine kadar çamurun içindeyken, leyleklere bakıp gülümsemeni hiç unutamıyoruz.
Ekmeğe banıp banıp diye başlayan şarkıları bu mahallenin çocukları olarak hiç sevmemiştik.
Ekmeğe banıp banıp üretmeyi seninle tanışmıştı bu mahalle çünkü.
Radyodaki şarkıcı ekmeği banıp banıp diye seslensin boş yere!
Onlar edebiyatını yaptılar yıllarca; ama sen gerçekten ekmeğini herkesle paylaşarak bir ceylanı suya indirmiştin.
Mahalledeki çocukların senden çekindiğini hiç hatırlamıyorum.
Tonton bir dede değildin belki ama hiçbir çocuğun kalbini de kırmamıştın.
Kendi çocuklarına bir tokat bile atmamışken, komşular çocuklarını döverlerken bile oturup ağladığını anlatırlardı; sanki kendi çocuğuna ağlıyormuşsun gibi.
Bu merhamet değilse nedir, neydi seni bu kadar insan yapan?
Coğrafya kaderdir. Topraktan yapılmış şehirlerin kaderidir yalnızlık.
Senin yalnızlığına hepimiz şahittik.
Nemli geceleri sen avuttun, kırkikindilerde nisanları sen dindirdin, uzun yaz gecelerinde mehtabı sen dinlendirdin.
Sen omuz verdin rüzgâra.
Söğüt dalları senin bakışlarınla uzadı, duvarlara hanımeli çiçeği senin dokunuşunla bağlandı, radyoda türküler senin ağzından çıktı.
Hayat, seninle yaşlanmıştı.
Gözlerimizin önünden birden gidişini hiç anlayamadık.
Buzun güneşi görünce boncuk boncuk terleyerek erimesi gibi parça parça kayboluverdin anılarımızdan. Birden, aniden, sahiden…
Sessizliğin içinden kayboluverdin.
Şimdi zengin bir patronun aveme yapacağı bu zengin tarlalarda yürüdüğün izler kayboluyormuş.
Söğüt ağacına, yorulunca uyumak için kurduğun salıncakların ipleri çözülüyormuş.
Dipten gelen berrak suyla sıcağın alnında terlemiş vücudunu serinleten emme basma tulumbanın yeşil kolu yosun bağlamış.
Senin geçtiğin yerlerdeki karıncalar bile göç etmiş.
Merhametli bir babanın kız çocuğunun saçlarını taradığı gibi, tarlanın saçları nasıl taranırsa öyle her gün hasbihal ettiğin senden kalan tarlaya, köylü kadınların dedikleri gibi “apartuman” dikeceklermiş.
Sen ölünce, çocukların tarlanı böyle değerlendirmiş!
Oradan, uzaktan, öylece, kasketli şapkanla kasvetli bakışının sebebini anlıyoruz. Sen şimdi sonsuz yaştasın biz ise hâlâ on beş yaşındayız.