KÖKSÜZ AĞAÇ MEYVE VERMEZ
Muhammed Rıdvan SADIKOĞLU’nun kaleminden..
Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş bir hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacı ile aynı boya gelmiş.
Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa:
“Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç?”
“On yılda” demiş kavak.
“On yılda mı?” diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak.
“Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak! “
“Doğru” demiş kavak olacakları tahmin edebilmenin bilgiçliğiyle.
Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında; kabak üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış.
Sormuş endişeyle kavağa:
“Neler oluyor bana ağaç?”
“Ölüyorsun” demiş kavak.
“Niçin?”
“Benim on yılda geldiğim yere, iki ayda gelmeye çalıştığın için.”
Evet, duvarda asılı bulunan ve belirli aralıklarla çalıp bizi uyaran saati duymamak ve hatta görmemek; gaflet; o saatin, sadece rakamlarını, akrep ve yelkovanını görmek ve kendi kendine hareket ettiğini zannetmek, cehalet; o saatin perde arkasındaki onlarca dişliyi, çarkı ve mekanik yapıyı akla getirmek ve hayalen görmek, basiret ve feraset; ama asıl o saati kurgulayan ve kuran zatı düşünmek ve bilmek ise marifettir.
Marifet deryasındaki bu nükteyi okuduğum veya anımsadığım her vakit aklıma “bugünkü halimiz” ile birlikte “haddimizi aslında ne kadar aşmış olduğumuz” gelir. Kim bilir belki de bu yüzden ayartıcı araçlar olan güce, paraya, makama mevkiye ve bütün değerlerimizi çözücü, her şeyi çürütücü, ruhumuzu çölleştirici “dünya”ya yenildik o yüzden.
İnansın ya da inanmasın, insanı insan yapan, insanca bir hayat sürdürmesini mümkün kılan itici güç kendini bilmekti oysa. Kişinin dünyaya çeki düzen vermeden önce kendine bakması, kendine çeki düzen vermesi, aksi takdirde dünyaya hiçbir şey veremeyeceğinin şuuruna ermesiydi.Çünkü insan; hayatın dokusunu, kokusunu, görünür görünmez boyutlarını, bu ruhla kavrar, bu ruhla tadar; bu ruhu koruyabildiği ölçüde hayatı anlamlı bir şekilde yaşardı. Aksi halde “kabak” gibi haddini aşar ve kısacık ömrüyle kibirde boğulup giderdi.
Evet kabul etmek gerekiyor…
Günümüz dünyası bitmek tükenmek bilmeyen bir değişimin kulakları ve kalpleri sağır eden uğultusu ile dolu. Siyaset, ekonomi, sosyal medya, eğlence ve teknoloji gibi birçok alan, gösterdiği gelişmelerle sürekli dikkatimizi çekmeye ve kendine yöneltmeye çalışıyor. Kalplerimize ve maneviyatımıza hücum eden birer düşman gibi kıyasıya yarışıyor gibiler sanki. Onlar bu yarışlarında başarılı oldukça bizler ‘tüketmeye’ teşvik ediliyoruz. Artık birer kurumsal yapı haline gelen bu yapıların sayısı arttıkça her şeyimizi tüketmek, bir yaşam tarzı halini aldı. Adını ‘modern’ koyduğumuz yaşamımızda ise her birimiz neredeyse programlanmış tüketiciler hükmündeyiz artık.
Böylesi bir ortamda içimizin Hira’sına çekilmek mümkün olmadığı için de insanın içine yerleştirilen vicdan çipi paslanıyor ve manevi dünyamız bir eğlence formunda metalaşmış bir olgu olarak çıkıyor karşımıza.
İslam’ın müntesibi iki milyar Müslüman ciddi bir kimlik krizi yaşarken ve temsilden taraf nasipli olanlar birbirini tekfir ile ömür çürütürken; radikal gruplar ise İslâm’ın evrensel imajını, herkesin sadece bakakaldığı bir ‘akıl tutulması’ ile zedeleyip zarar veriyor.
Kısacası krizin ve karmaşanın çıkmaz bir sokağa soktuğu günümüz insanı için maneviyat odaklı kalmak ve yaşamak gerçekten zor. Adına ne derseniz deyin ait olunan topluluklar, irşad edip eğitmesi gereken camiler ise sayıca çok olmalarına rağmen ‘nitelik’ yönüyle sınıfta kalmış durumdalar.
Ancak benim bu yazımla dikkatinizi çekmek istediğim konu daha farklı.
Yaşatmanın asıl imtihan olduğunu vazeden manevi dinamiklerimize rağmen akıllara ziyan şiddet eylemleriyle gazete manşetlerini, tv ekranlarını boydan boya kaplayan radikal grupların safları, bizim artık yazık ki temsil yeteneğini yitirmiş olduğumuz ve bu yüzden de dinin özünün “iyi insan olmak” olduğunu aktaramadığımız gençler için artık birer cazibe merkezi halinde.
Israrla her platformda gücüm yettiğince haykırmaya çalışıyorum;
Oldukça genç bir nüfusa sahibiz ama genç kuşak, esen sert ama ayartıcı rüzgârların önünde sürükleniyor. Yoz ve yozlaştırıcı, sığ ve sığlaştırıcı, hız, haz ve ayartıyı kutsayıcı bu post modern popüler, nihilist kültürün önünde savrulup duran bir gençlik var avuçlarımızda.
Zira planlı, programlı bir şekilde sarf edilen milyar dolarlarla sürdürülen bu “tek kültür” tufanının önünde kimse duramıyor dünyada. Bütün ülkeler, bütün kültürler bu tufanın yıkıcı etkisiyle istila edilerek dönüştürülüyor… Sığ ve ayartıcı, nefsi vicdana imam kılan bu kültür, dünyanın köklü kültürlerini tuzla buz ediyor, genç kuşaklarını kölesi hâline getiriyor…
İşin en acı tarafı yediden yetmişe herkes bu gidişatın farkında ve herkes şikayetçi. Çünkü devamlı eleştiri modundayız ve bu mod artık kültürümüzün bir parçası haline geldi. Sanki gizli bir el zihinlerimizi “şikâyet” üzerine programlamış. Ne demek istediğimi anlamak için sosyal medyada artık umumi hale gelen yorumlarımıza, iletişim tarzımıza, hatta televizyon programlarımıza veya günlük konuşmalarımıza bakmanız yeter de artar bile.
En haklı olduğumuz konularda bile adam gibi eleştirmeyi unuttuğumuzu, eleştirilmek diye bir şeyi zaten rafa kaldırdığımızı, artık her şeyi ve herkesi eleştirebilecek kadar “kâmil”, hiç kimse tarafından da eleştirilemeyecek kadar “mükemmel” olduğumuzu göreceksiniz. Asıl kemâl noktasının içine hicret edip kendinde eleştirebilecek bir noksan bulmak olduğunu ne yapıp da hatırlayacağız ki?
Neyse, bu “eleştiri” kültürü ile ilgili bakiyemizi bir başka yazıya saklayarak asıl mevzumuza dönelim…
Sözünü ettiğim bu tufan karşısında çözümsüz müyüz?
Aslında hayır…
Sadece yüreğimizin derinliklerine (ama samimiyetle) fısıldamamız gerekiyor;
Bu devasa sahnede ölmedikten sonra ne bu oyun biter,ne ışıklar söner,ne perdeler kapanır…Öyleyse başına ne gelirse gelsin,sen her zaman avucuna bak; eğer yarının ‘bugün’ isimli anahtarı halen oradaysa ,rahat ol; henüz perde kapanmamıştır…
Zira duanın ete kemiğe bürünmüş hali çocuklar herşeye rağmen gülebiliyorsa ve dünyanın herhangi bir yerinde kendiliğinden gelincik çiçekleri açıyorsa; bulutlar yağmuru, güneş aydınlığını veriyorsa istemeden, Rabbim henüz umudunu kesmemiştir bizlerden. Her ne kadar kötülük adından sıkça söz ettirse de seher vakitlerine kadar diliyle, hava kararıncaya kadar da eliyle dua eden, Hz. İbrahim (as)’in ateşine su taşımaya çalışan iyiler de var halen bu dünyada. “Rabbim onların dualarında olmayı da onlardan biri olmayı da nasip etsin bizlere” …
Demem o ki… Sahip olduğumuz manevi mirastan yola çıkarak, dünyaya bin yıl hükmetmiş ve tüm insanlığın güven adası olmayı başarabilmiş dinamiklerimize güvenerek, bu tufanın önünde sadece biz durabiliriz.
Evet, kaynak da hazine de bizde.
Çünkü dün (neredeyse bütün bir İslâm tarihi boyunca) Müslümanlar, dolayısıyla Müslümanların coğrafyaları farklı dinlerin, kültürlerin ve medeniyetlerin müntesipleri için “güven adası”ydı. Yani İslâm coğrafyaları hem İslâm Yurdu (Dârü’l-İslâm), hem Selâm ve Barış Yurdu (Darü’s-Selâm), hem Emniyet Yurdu (Dârü’l-Eman) hem de İnsanlık Yurdu (Dârü’l-İnsan) olmuştu herkes için. Bunu geçmişte büyük ölçüde yalnızca Müslümanlar başardılar; başkalarına hem hayat hakkı tanıdılar hem başkalarından yararlanmanın yollarını buldular. Müslümanların dışında -en azından- İslâm medeniyeti kadar böyle bir şeyi başaran ikinci bir medeniyet tecrübesi gerçekleştirilemedi henüz.
Özetle dün, Müslümanlar olarak insanlığın güven adası olmayı başardık biz, bugün ve yarın da başarmakla mükellefiz; ama (sanki) biz bizde değiliz…
Tarihimizden edebiyatımıza, coğrafyamızdan bizi biz yapan has özelliklerimize kadar en mükemmel, en sahih, en sağlam, en muciz, en edebi kaynaklarıyla övünen bizleriz ama öte yandan bu dinamiklere olan ihtiyacımızı, bunlarsız düşüncenin ve davranışın biçareliğini idrak edemeyen yine bizleriz!
Çünkü yaklaşık yüz yıldır hayata değemiyoruz…
Hayata değmeden hayatı dönüştürmeye, topluma tepeden hayat tarzları dayatmaya; toplumu “adam etmeye” çalışıyoruz… Yüzlerce yılın mücadelesi sonucunda geliştirdiğimiz medeniyet iddialarımızı, dinamiklerimizi ve ruhumuzu yok etme mücadelesi veriyoruz…
Evet yanlış okumadınız.
Kendi kendimizi yok etme mücadelesi veriyoruz!
Zira topluma tepeden -üstelik de- ithal kültürler, ithal kimlikler dayatarak toplumun önünü açamaz, aksine tıkarsınız. Yapacağınız şey, yalnızca başkalarını taklit etmekten, daha da kötüsü, başka kültürlerin burada karikatürünü üretmekten öteye geçmez. Köklerini kurutan bir toplumun, geleceği kurması de olmayacak duaya âmin denmesi gibi bir şeydir.
Kabul edelim ki… Köklere indiğimiz ölçüde, göklere yükselebiliriz. Köklerimiz ne kadar güçlü olursa, göklere açılma imkanlarımız ve kabiliyetlerimiz de o kadar artar… Köksüz ağaç meyve vermez çünkü.
Bu nedenle de kim ne derse desin bu coğrafyanın en önemli meselesi en geniş anlamıyla kültür meselesidir. Kültür cephesinde top yekûn bir seferberlikle bu var olma savaşını kazanamayan toplumlar; bu tufanda hem kendilerini hem de genç kuşaklarını kaybetmeye mahkûmdur.
Genç kuşaklarını ihmal eden veya girdiği “kültür” savaşında kaybeden bir toplumun kendi değerleri üzerine bina edilmiş bir geleceği olabilir mi?Tabi ki olamaz!
Unutmamalıyız ki…
Gençlerini ihmal edenler, geleceklerini imha ederler. Genç kuşaklarını kaybedenler, geleceklerini kaybetmeye mahkûm olurlar… Gençliğin ruhunu ” işlenmeyen bir tarla gibi” bıraktığınızda orada sadece ısırganlar ve dikenler oluşmasına sebep olursunuz.
Çözüm ne?
Kanımca ilk adım “biz”i yeniden inşa etmek. Düşünürlerimiz, sanatçılarımız, edebiyatçılarımız, unvanlarına unvan katmakla meşgul akademisyenlerimiz, kanaat önderlerimiz; elbirliğiyle ait olduğumuz manevi mirasın şifrelerini deşifre etmeli, genç kuşakların manevî ihtiyaçlarına cevap verecek, ruhlarına hitap edecek bir “kültür” inşa etmek için seferber olmalı.
Gerek geçen yılki yurt gezimizde ve gerekse de bu yıl sürdürmeye çalıştığımız konferans ve söyleşilerimizde açıkça gördük.
Oldukça kalabalık ama bir o kadar zeki, sorgulayan ve dinamik yeni bir jenerasyon hızla geliyor. Ama ne yazık ki bu jenerasyon manevi dinamiklerimiz ile anne ve babalarından daha az temas kurdular. Hatta yeni neslin bir kısmı tamamen temassız. Rüzgârda savrulan yaprak gibi oradan oraya sürükleniyor.
Bu işi hemen her mahalleye “imam hatip” açmakla kazandık sanıyoruz ama nafile! Gidin bakın okulların ve gençlerin hallerine. Oturun, onlarla “buyurmadan” iki arkadaş gibi konuşmaya çalışın bakalım ne verebilmişsiniz?
Onların frekanslarını yakalayıp iletişim kurduğunuzda göreceksiniz ki, mükellefiyet bilincinden uzak, tahkik yerine taklidi bir inanca sahip olduğumuz, söylemlerimizle eylemlerimiz birbirini yalanladığı için genç nüfusumuza sirayet edemiyoruz. Çünkü dilin söylediğini eylemde görmeyen genç uzaklaşıyor ve kendince bir yol çiziyor.
Biz “kurtulmuşluk” vehmi içinde, en fazla iki ay sonra esecek sert bir rüzgâr, şiddetli bir yağışla yerle bir olacağımızı bilmeden “kavak” gibi kendimizi yükseklerde görmenin kibrinde boğulurken, aynı zamanda gençlerimize sirayet edemeyen manevi dinamiklerimiz nedeniyle geleceğimizi de harap ediyoruz.
Kısacası reçete çok açık…
Yüksek bir bina inşa edeceğiniz zaman temeli çok derin kazarsınız.
Bina ne kadar yüksek olacaksa zemin de o kadar derin olmalıdır. Çünkü zemin derinleştikçe binayı yükseltme imkânımız da artacaktır. Eğer zemin kazanmaya çok zaman ayırmazsanız çok yükseklere çıkamazsınız ve elde edeceğiniz binanın yüksekliği de zeminin derinliğiyle orantılı olur.
Teolojik olarak bu konuyu ele aldığımızda aynı şey maneviyatımız için de kültürel değerlerimiz için de geçerli. İnanç sahibi olduğumuz hususların çok derinlere nüfuz etmesi gerekiyor. Neye, niçin ve nasıl inandığımızı kulaktan dolma bilgilerle değil, “merak ilmin hocasıdır” gerçeğinden yola çıkarak inandığımız şeyin kesinliği konusunda kalben de emin olmamız gerekiyor. Ancak bu şekilde amellerimiz inancımızı, ait olduğumuzu iddia ettiğimiz kültürümüz de davranışlarımızı yansıtabilir.
Yanisi zeminimiz derin değil. Zemin derin olmayınca da hayatın her alanına yayılması gereken maneviyatımızı merkeze alamıyor, belirli zaman dilimlerine hapsediyor ve bu sığ zemine iman gibi muhteşem ve çok katlı bir bina inşa edemiyoruz. Kulaktan dolma bilgilerin taklidinden yola çıkarak hem her anımızın, her nefesimizin kayıt altına alındığına inandığımızı iddia ediyor ama akla gelebilecek her türlü kötülüğü de yapabilme cüreti gösteriyoruz, kendimizce haklı sebepler yaratıp vicdanlarımızın üzerini örterek.
Yoksa gerçekten iman eden hangi kalp; yaptığı her amelin, aldığı her nefesin hesabını vereceğini bildiği halde bu kadar can kırığına sebep olabilir?
Evet… Bize doğru soruyu sorabilelim diye verilen ömrü, yanlış sorulara cevap aramakla tüketiyoruz. Üstelik doğru soruyu sormak ve doğru cevabı verebilmek de bir şey ifade etmiyor; cevabın gerektirdiği gibi olmak asıl mesele. Ben “kimim” deyip, “insanım” diye cevap verdikten sonra insanlığın hakkını veremediysek “doğru cevabı verdim” diyebilmek mümkün mü?
Unutmayalım ki…
Büyük Sahra çölündeki bir kum tanesinden bir milyar kat daha küçük bir dünyada yaşayan yedi buçuk milyar insandan sadece biriyiz!
Dolayısıyla gönlü, sahibine mekân eyleyebildiğimiz kadar insanız.
Orada, O’nun rızasından gayrısını bırakmadığımız kadar kuluz.
Gönül ülkesini biricik iktidarına teslim edebildiğimiz kadar varlığımızın bir anlamı var.
Ve bir söz üstadının tespitiyle bitirelim.
Yeryüzündeki bütün insanları ateşten kurtar.
Zor mu?
Hiç olmazsa birini kurtar.
Madem herkesi düzeltmek bu kadar zor, kendini doğrult ki dünya bir eğriden kurtulsun.
Ve dua et.
Olmayacak bir işin umutsuzluğuyla ellerini açan bir adam gibi değil, ellerini açmazsa hiçbir şey olmayacak bir adamın umuduyla…
Müebbet muhabbetle…