MAVİ
Ben yine aynı yerde bekledim seni.
Ben yine aynı yerde bekledim seni.
Bir benim bir de yolların ilk işiydi sabah uyanır uyanmaz seni beklemek.
Üzerimde mavi gömleğim vardı.
Havada uçuşan mavi bir gökyüzü, bir de Süleyman Demirel Parkındaki rüzgarla yarışan fıskiyede uçuşan maviden su damlaları…
En sevdiğim rengin mavi ve lacivert olduğunu bu şehir bile biliyor artık.
Her gün bıkmadan maviye bürünen gökyüzü gibi ben de bıkmadan mavi gömleğimi giydim yine bugün.
Mavi, bana senin bu şehre ilk defa geldiğin otobüsün rengini anımsatıyor çünkü.
Otobüslerin renginin neden mavi olmaması gerektiğini tartışmıştık seninle, doksan üç harbinin yönetildiği taş binanın önündeki kaldırımda yürürken.
Değil hızlı treni, tarifeli uçağı bile henüz havada görmemişken otobüsün rengini tartışmak senin gibi bilgiç bir öğretmenin işi olsa gerek demiştin bana.
Saçlarının siyahını rüzgarın kollarına kıstırarak bu taş yollarda beraberce yürüyüşümüzü halen dün gibi hatırlarım.
Yaralarını kanatarak bağrını çize çize sokakları temizlemeye çalışan belediye temizlik işçisinin elindeki süpürge, seninle birlikte yürüdüğüm bu taşlı yolların ağzına, kurumuş çınar yapraklarını aceleyle tıkıyor gibiydi.
Ağaca, yaprağa ve renklere ben hep acıyarak bu sebepten baktığımda sen de bana hep tuhaf tuhaf bakıyordun.
“Şimdi futbolun sırası değil, bak yapı kredi bankasının önünde ne çok sıra var, ne zaman ödenecek bu borçlar” diye sitemde bulunan bir kadına yanındaki adam da aynı benim az önce ağaca, yaprağa ve renklere acıyarak baktığım gibi bakıyordu.
Ne çok renk var aslında.
Ve her rengin de kendine göre bir kanaması var içinde.
İnsanların kafasına hep kırmızıyı asmışlar, sanki elbise dolabına bir atkıyı, bir hırkayı, bir paltoyu asar gibi.
Benim de kanamalarım hep maviydi.
Seni hep beklediğim sinema salonun önünde benimle birlikte bekleyen zaman da mavi oldu yıllarla.
Sonra depreme dayanıksız diye yıkmışlar o mavi sinema binasını.
Ama o mavi hala orada seni, beni ve zamanı bekliyor, eminim.
İki büklüm bir şekilde sağ kolumun üstünde benimle birlikte yürüyüş yapan gazetemi alıp seni her zaman beklediğim parkın mavi betonuna oturuyorum bu sefer.
Havada eylül, yerde senin gölgen var.
Bu seferki renk siyah.
Gölgeler siyah oluyor çünkü.
Üzerinden kaç yıl geçmiş sayamıyorum.
İlkokulda okuma yazmaya yeni geçmiş bir çocuk gibi parmak hesabı yapıyorum sayarken.
Belki de heyecandan.
İnsanlar heyecanlanınca eli ayağı birbirine karışıyormuş diyorlar.
Sanki o kapıdan çıkıp gelivereceksin sandım.
Kapıyı maviye boyamamışlar.
Belki de o yüzden o kapıdan çıkıp da gelemedin.
“Gelmedin gözbebeğim, can yoldaşım gelmedin” diye bir şarkı çalıyor şimdi yanımdan yavaşça geçen seyyar kasetçinin teybinden.
Elleriyle taşıyor arabasını seyyar kasetçi umuda doğru.
Hiçbir şeyden mutlu olmayan şımarık lise öğrencileri anlamsızca bakıyorlar seyyar kasetçiye.
Bense hala sana bakıyorum.
Yok.
Gelmedin.
Seni beklerken yaslandığım duvarını bile maviye boyamışlardı ve ben hep o mavilerden cesaret almış gibi beklerdim seni.
Sonra yol yapmışlar o parkı. Ne mavi gömleğim kalmış oralarda, ne de bir parça maviden su damlası…
Ne de seni beklerken benimle birlikte mavileşmiş zaman kalmış şimdi oralarda.
Şimdi yine Selami Şahin çalıyor odamda: seninle başım dertte…