PELİT AĞACI
Yeşil kapılı köy evinden, köy kahvesinin önünde yetim gibi tek başına ayakta dikilmeye çalışan dut ağacının gölgesinde uçuşan tozların sahip olduğu yola bakışın kalmış aklımda.
Evinin hemen yanına yerleşen camiinin şadırvanın tepesine asılmış olan ve geleni geçeni pürdikkat izleyen cansız geyik boynuzlarının beyaz sarı karışımı rengi gibiydi Anadolu kokan yüzünün rengi dışarıya bakarken.
Annemin beyaz yaşmağının kokusuna benzetirdim ben hep bu durumu. Anne demek yaşmağın kokusu demektir bilene. Anne demek namaz tülbendinin huzura bulanmış bembeyaz rengidir bilene.
Şu tarlalar, bağlar, bahçeler ve Süleyman Demirel’in köylerde hep çok oy almasını sağlayan -suları şimdilerde akmasa da- y.t 1962 yazan ve kendisine her el uzatanın elini sulu sulu öptüğü köydeki tek çeşmenin suları şimdilerde başını öne eğmişti… Üzüntüden.
Uzaktan gelen pancar motorunun pat pat sesinin insanların kulaklarına gele gele yorulduğu bu köyün, erkek, kadın, çocuk, tarlaya yalın ayak olarak kıyılardan aşağıya doğru giderlerken patates tarlalarını yalaya yalaya azalan rüzgârı da dinmişti artık. Sen yoksun diye.
Rüzgârın bacaklarımıza sarılarak bize gitme demesine benzeyen, belki Salvador Dali, belki Pablo Picasso, belki de Van Gogh’un yapabileceği kadar çok güzel bir akşamüstü tablosundaki yağlıboyalar kurumadan yaz tatili bitince, şehre dönmek zorunda kalan çocukların bacaklarına sarılması gibi oradaki Pelit Ağacı da sana sarılarak gitme buradan, beni bırakma diyecekti belki de. Duymadın…
Salıncak kurup dallarında sallanmıştık evinin önündeki üzümü bağladığımız tahtalara. Gacır gucur seslerinde uyumuştun sen hep. İnsan seste nasıl uyur acaba diye biz bahse tutuşmuştuk da ve sen şöyle demiştin: ben ses var diye uyuyorum.
Sen köyde yalnız, bir başına yaşarken yaz tatillerinde çocuklar gelinceye kadar ertelemiştin uyumayı. Uyumayı gözleri kapamaktan ibaret sananlar hep yanılmışlardır demiştin yemyeşil üzüm yaprağı bir sağa bir sola sallanırken… Bir kelebek bütün renkleri kanatlarında boyarken… Bir çocuk emeklemeyi terk edip tay tay yürümeye başladığı andan itibaren…
Kasabalardaki ptt binasından sonra orman müdürlüğüne de ev sahipliği yapmış ve taşları kahverengi çizgiyle ara ara boyalı çok küçük metrekareli evlerin kullanılmaya kullanılmaya kamburlaşmış gölgesi gibi sen de kambur kambur yürürken batardı güneş akşamüstü bu köyde. Her gün seni izlemekten dolayı batmayı unutan güneş, şimdi ise kambur kambur giderek kayboluyor Kartal Geçit ’inin üzerinden.
Güneş sen gidince tamamen batmıştı, öyle diyordu karaca erik ağacının dalına yapışan gündüzler, seni her gün işte şuradaki yoldan çıkacağını zannederek her ezan vaktinde beklerken…
Gelmedin de ikindi ışığı kırıldı saatlerde. Gelmedin. Nallıhan pazarına giden pazarcıların minibüslerinde de aynı şarkı çalışıyordu hep. Selami Şahin diyordu ki; gelmedin, can yoldaşım gelmedin…
Tahta vapuru hatırlatan bu ev, yeşil kapısı ve camlarının arasından kaçak giren bahar mevsimi sayesinde sanki bir çocuğu rüyalarında gezdiren bir uçurtma, bir kayık, belki de tayyare idi. Sen tayyare derdin de çocuklar uçak bu uçak derlerdi. Şimdi gözlerini göğe çeviren çocuklar tayyare bu tayyare diyerek seni hatırlıyorlar.
Aç gözlerini Anadolu, en yakın yaz tatillinde çocuklar bu köye yine gelecek.
Fatih Tezce