PUF ÇİÇEĞİ
Fatih TEZCE’nin kaleminden..
Eyüp Sultan’da ağaçlar bugün de sallanıyor.
Ağaçlar saçını başını yoluyor gibi.
Sarartıp sarartıp savuruyor yaprakları.
Yapraklar sarı, adamın saçları beyaz.
İhtiyarlık bir insana bu kadar mı yakışır?
Nisan ayında yağmur çok yağar.
Sokaklar ıpıslak.
Çocuklar ıpıssız.
İki tane kız çocuğu ağaçlara bakıyor.
Kapıda hüzün.
Yok, kimse diyemiyor.
Bu ıslaklık, herkesin gözyaşından.
Beyaz binalar, gri caddeler, havada asılı kalan köprüler.
Koşturarak geçiyor rüzgâr köprülerden.
Bir o yana bir bu yana savruluyor insanlar.
Şehir koskoca; İki yetim kapıda, küçücük.
İnsan, bir yanı eksik kalmış yaşamak.
İnsan, nefes almak.
İnsan ayçiçeklerine dokunmak, bulutlara uzanmak, mezardan geçenlere bakmak.
Şehir koskoca, kapıda iki yetim.
İki gözlüklü küçük çocuk.
Şimdi sokakta kime bakarlar?
Belki de hayat puf çiçeği gibidir.
Puf çiçeğini en iyi yetim çocuklar biliyor.
Puf çiçeği…
Ömrü boyunca beyaz beyaz çoğaltan kendini.
Ya sonra…
Sonra yolda uyuklayan bir esinti çarpar puf çiçeğine.
Önce soyar puf çiçeğini, sonra utanç duyar yaptığından.
Şehir koskoca, iki yetim kapıda puf çiçeği gibi dökülüyor.
Beni sevmezsen yağmurları sev diye hop oturup hop kalkıyor teyp.
Sokaktan bahar geçiyor şimdi de.
Bahar, yağmuruyla geçiyor.
Buna sulusepken diyorlar coğrafya dersinde.
Sokağı ağlatan yağmura çocuklar, baba diye sesleniyor.
Yağmur şehirde.
İki yetim kapıda.
Fotoğraflar en güzel şahittir.
Kaç kez baktım gazetelerdeki fotoğraflarına bilmiyorum.
Sıradan bir mekânda onlara sarılışına da.
Sıradan bir mekânı iki şey güzelleştiriyor.
İnsan ve çocuk.
Sıradan olmayan ise çocuklara sarılışın.
Fotoğraflar şehirde.
Şehir koskocaman.
Yetimler siyah ve beyaz.
Yok, artık zaman durmuş.
Hiçbir söz yuvarlana yuvarlana çoğalmıyor ağızlarda.
Dillerden herhangi bir mırıltı çıkmıyor.
Kulaklar sağırlaştı.
Elektrik telleri hüzün besteliyor.
Teller birbirine çarptıkça kıvılcımlar çıkıyor.
Evinde begonya büyüten kadınlar iki yetim kıza bakıyor.
Baktıkça artıyor tellerin gürültüsü.
Elektrik tellerinde çoğalan renkler, begonyalara saldırıyor.
Şimdi her şey kırmızı: Begonya, yangın ve iki yetim çocuğunun ağlayan gözleri.
Son defa diye başlıyor akşamlar her geceye.
Son defa diye inanıyoruz biz her şeye.
Çocuklar son defa diye bekliyorlar kapıda.
Bu son defa. Bu yağmur son defa.
Bu rüzgâr son defa.
Bu tellerin yangın çıkartması son defa.
Şehir kocaman.
Yetimler kapıda.
Son defa.
Dün gece hiç tanımadığı birine sırf babalarına benziyor diye merhaba diyen yetim kızların rüyalarındaki mutluluğunu bu koca şehir koskoca şehir anlayabilir mi?
Gerçek olan rüyalar mıydı yoksa?
Bir doktorun yürek burkan sözleri diye yazdılar seni duvarlara.
Kırmızıdan bir gül resmi de vardı senin sözünün yanında.
Okudular.
Yoldan geçenler de okudu.
Okudular ve eğdiler başlarını önlerine.
Önlerinde gölgeleri yoktu, ne garip.
Bu şehrin koskoca oluşu gibi garip.
Kapıda bekleyen iki kızın duvardaki sözü yutkunarak okuması gibi, garip.
Yürek burkan sözler.
Alıp kendimizi kendimizle baş başa kalacağımız yerlere götüren sözler.
Bazen dağ başı, bazen ufuk çizgisi, bazen yetim çocukların gözleri.
Bazen bir babanın son sözleri: ”kızlarım küçük, sahip çıkarsınız değil mi?”