SÜNGER
Muhammed Rıdvan SADIKOĞLU’nun kaleminden..
Yurdum insanlarından biri o yaşına kadar hiç şehir dışına çıkma ihtiyacı duymamasına rağmen yana yakıla arzuladığı hac farizasını yerine getirmek için kuraya yazılmış ve nasip bu ya kuradaki hacı adaylarından biri de o olmuş. İsimlerin açıklanmasından bir süre sonra müftü efendi hacı adaylarını toplamış ve bu ibadete ilişkin tüm teferruatları anlattıktan sonra da konuşmasının sonuna eklemiş;
“Hacc farizası meşakkatlidir. Orada işinizin kolay olması ve bu ibadetin hakkını eda etmek için kendinizi şimdiden ruhen hazırlayın. Secdelerinizi, gece namazlarınızı, tesbihlerinizi artırın ki hem kalbiniz yumuşasın, hem de Rabbimiz oradaki meşgalelerinizi kolay kılsın”
Bu son cümlelerden oldukça etkilenen amcamız hakikaten de müftümüzün dediğini yapmış ve var gücüyle namaza, tesbihe, gece namazlarına yüklendikçe yüklenmiş gidecekleri güne kadar.
Vakit gelmiş çatmış ve amcamız valizini alıp havaalanına gitmiş.
Gelmiş gelmesine ama her taraf cam ve kapalı; içeri nasıl girecek. İçeri girmek için harıl harıl kapı aramış ama yok. Öyle ya kapılar çalmadan açılmazmış.
Sonunda birilerine sormuş ve kapının yerini bulmuş, kapının önüne gelir gelmez –fotoselli- kapı kendiliğinden açılmış.
İçi bir tuhaf olan amcamız duygulanmış;
“Aha da oldu bu iş, Allah onca ibadet ve taatimi kabul etti ve girişte dahi kapıyı çalmadan o açtı”.
Uçağa doğru ilerlerken gidiş alt katta olduğu için merdivene adım atmış. Yürüyen merdiven aynı şekilde amcamızı hiç eziyet ettirmeden aşağı kadar götürmüş. Uçuş kapısına kadar da bir iki adım dahi atmadan yürüyen yol sayesinde gelmiş.
Amcamızın yüreği kabarmış, kabarmış; duygu seli gözlerinde taşmış; dua ve ibadetleri karşılığında işlerinin kolaylaştığı zannıyla uçağa binmiş.
İniş, otele yerleşme derken otelde lavabo ihtiyacından sonra ellerini yıkamak için lavabodaki çeşmeye uzatmış ve –fotoselli- çeşmemiz akmaya başlamış ama kerameti kendinden bilen amcamız, artık olan biten karşısında oralı bile değilmiş.
Kabe ziyareti tamamlanmış, sıra Alemlere rahmet olanın ziyaretine gelmiş. Medine’ye gelinmiş.
Akşam namazı vakti, 21 kubbe ışıl ışıl kandil ve ışıklarla dolu ve amcamız derin bir tefekkür içinde bu güzelliği seyrediyor. Ezan okunmuş, namaz kılınmış ve bu sırada 21 kubbe, raylı sistemle kapanmış.
Namazdan sonra yine aynı güzelliği seyre dalmak isteyen amcamız kubbelerin göz kamaştıran ışıltısı yerine gök kubbedeki yıldızlarla karşılaşınca “artık ben erdim” zannıyla iyice cuşa gelmiş, ayağa kalkmış ve Alemlere rahmet olana selam vererek seslenmiş;
“Ya ResulAllah, hele bi bak kim geldi!”
Böyle bir olay yaşandı mı bilmiyorum, ama bir imkân aynı zamanda bir imtihan olan sosyal medyada bu nükteyi okuduğumda yüzümde derin bir tebessüm belirmiş ve aynı zamanda da hal ve ahvalimizi anlatan bir paylaşımla karşılaştığım için epey de sevinmiş; hatta paylaşan kardeşime epeyce de dua etmiştim.
Malumunuzdur, kısa bir süre önce “Liyakat mi Sadakat mi” başlığı altında yayınladığım ve işe lâyık olanı değil bize sadık olanı makamlara getirdiğimiz için de özellikle şah damarımız olan eğitim kurumlarında terazinin bir kefesi olan fizik, donanım, personel açısından “altın bir çağ” yaşadığımızı; ama bu altın çağın karşılığında terazinin diğer kefesinde iyilik, güzellik, sevgi, merhamet, nezaket ile donanmış altın bir nesil yetiştiremediğimizden dem vurmuş, diğer yazılarımda da aslında peşine düştüğümüz “akademik başarı” saplantısında dahi sınıfta kaldığımızı ulusal ve uluslararası sayısal verilerle arz etmiştim.
Bu yüzden de az evvel arz ettiğim yukardaki nükte, hal ve ahvalimize cuk diye oturdu dedim.
Binbir meşakkatle sürdürmeye çalıştığımız ve her platformda haykırarak dimağlara kazımaya çalıştığımız “İnsan İnsana Emanettir” projemiz kapsamında yaklaşık 3 yıldır il il, ilçe ilçe dolaşarak başta gençlerimiz olmak üzere tüm insanlarımızı ulaşabildiğimiz her yerde, yeniden bizi biz yapan milli ve manevi dinamiklerimizle buluşturma yönünde insan üstü bir gayretle efor sarf ettiğimizi okuyucu ve takipçilerimiz zaten biliyor.
Ama özellikle okulların açılmasıyla birlite artan bu çabamızdaki son 10 günlük dönemde şahit olduğumuz olaylar, muhatap olduğumuz kurum yetkilileri “bu kadar mı kötü hale geldik” dedirtir cinsten akıl tutulmaları yaşattı adeta ve dedim ya girizgahta andığım nükte, cuk diye oturdu.
“Ben devletim”, “ben istemezsem olmaz”, “akademik başarıya engel oluyorsunuz”, “biz zaten bu işleri yapıyoruz”, “bizim memlekette adam mı kalmadı da siz ta oralardan gelip gençlerimize nasihat edeceksiniz?” şeklindeki aforizmalarla oturdukları koltukların aslında birer emanet olduğunu unutan; emanet, ehliyet ve liyakate en çok ihtiyaç duyulan şu dönemde bu hak ve hukuku ayaklarının altında çiğneyen, İldeki ziyaretlerimizi bitirip gözlemlerimi aktardığım akademik raporu kendisine uzattığımda “müdür bey, ilinizdeki 9.sınıf öğrencilerinin % 21 i okuma yazma dahi bilmiyor” dediğimde, “onların ana babalarına hayrı yok hocam, sana bana mı olacak” diyen milli eğitim müdürümüzü; okul okumak için verdikleri mücadelede korkak ve ürkek makamına kadar gelen dört yetişkin kızımızı gözlerimin önünde makamından kovan ama bir süre sonra vali olarak atanan kaymakamımızı yüreğimdeki kabristana gömüp kalbimin minberine çıkarak yalnızlığımın yetimliğine haykırıyorum;
“Boşver, sen doğru bildiğin yoldan devam et!”
Evet, bir elin parmaklarını geçmeseler de oturduğu koltuğa üslubunu, şahsiyetini, rengini veren, yöneticiliği hükmetmek değil hizmet etmek olarak gören yöneticiler de var elbet, ama koltuktan üslup, şahsiyet, renk devşirenler de mevcut maalesef. Birinde koltuğu alıversen adamdan geriye hiçbir şey kalmıyor, diğerinde adamı alsan koltuk anlamsız kalıyor.
Kerb-ü-bela romanını yazdığım ve baş olma uğruna Alemlere rahmet olanın yetimlerine zerre kadar acımaksızın hunharca kıyan zalimleri tanıdığım günden beri koltukları hep bir süngere benzetti beynim.
Üstünde oturanın bir parça zafiyeti, hafif de olsa yamulma temayülü, zerrece şahsiyet problemi varsa, koltuk başlıyor onu emmeye. İlkin kibri fısıldıyor zerrelerine; akabinde duruşunu, doğrularını, ilkelerini, derken şahsiyetini, mukaddeslerini emiyor koltuk, bir sünger gibi.
Masanın koltuklu tarafını pek bilmem, Rabbim bana nasip de etmesin ama sehpa etrafında bir çay içip kalkmaya; asistanlarımın yetemediği ya da ahvalini aktaramadığı durumlarda bir kaç defa mecbur ve maruz kalmışlığım var.
Herşeylerini o süngere emdirenler bazen isteyişinizdeki onurlu duruştan, bazen de hiçbir şey istemeden çekip gidişinizden rahatsız olurlar. Hâlâ insanlıktan nasibi kalanlar ise sizi bir masalmışsınız gibi seyreder ve dinlerler. Bu zamanda ve gerçek olamayacak kadar, kum tanesi olup koca bir çölün derdiyle dertlenecek kadar onurlu bir masal…
Bu onurlu masalın yanında bizim halimiz ne ki…
Bir de bakarsınız ki tek suçlu olan bu sünger yüzünden, eğilmeden konuşmak kibir olur, perestiş etmeden istemek ayıp, vakarla oturmak saygısızlık, yanlışı ifade etmek günah, mertçe eleştirmek küfür halini alır.
Öyle ya, artık ehliyet ve liyakatin ölçüsü, işi yapabilme hususundaki kabiliyetiniz değil, işi elde edebilmek için eğilebilme potansiyelinizdir.
Duruşlarını, menfaat umdukları kişilerin küçük bir göz işaretiyle belirleyen, kıblelerini yükseklerden esen rüzgâra göre tayin eden, dün sövdüklerini bugün sevebilen, sabah sevdiklerine akşam sövebilen, bugün yanlış dediklerine yarın doğru diyebilen, menfaati için eğilmeyi maharet sananların davası için dik durmasını beklemekten de vazgeçer ve yeniden kalbinizin minberine çıkarsınız;
“Boşver, sen doğru bildiğin yoldan devam et!”
Dedik ya, tek suçlu sünger…
Kimsenin kimsenin söylediğini anlamaya yanaşmamasının da; anlamak istediği şeyi karşıdakine söyletme gayretinin de, kalem ve kelamlarımızı kılıç yapıp köşe bucak kardeş doğramamızın da, hakikate istinadımız, hakikatimize itimadımızın olmayışının da suçlusu sünger.
Menfaat devşirdiğimiz dudaklardan çıkan sözlerin rüzgârıyla yön değiştiren yelkenler gibi bir şey olsa da şahsiyetimiz; kendisi için yanmayı göze alacağımız kişiler yangınımızdan arta kalan közde pişirse de kahvelerini; hiç edilmiş itibarların telvesi kahkahayla püskürse de ehliyetsiz ama sadık dostlarımızın ağızlarından, tek suçlu sünger.
Benim asıl derdim altına imza atılacak evraklar, memleketinize misafir olmak değil efendiler!
Benim asıl derdim, süngerim emdiklerinden ziyade, sehpanın etrafındaki sadakati liyakate değiştiren ölçüyü bildiği için, odanın kapısından girmeye dahi tenezzül etmeyenlerin kırgınlığıdır!
Benim asıl derdim, yapacağım dediklerimizin arkasında yiğitçe durmak; bitirmemiz gereken okulları aşkla bitirmek, yapmamız gereken işleri en güzel haliyle yapmak, terk etmemiz gereken yanlışları tek kalemde terk etmek; güzellikleri yalnızca niyetimizde mahpus bırakarak değil, bizzat yaşayarak ve yaşatarak yaşadığımız çağın göğsüne sevgi ve merhamet tohumları ekmek; bu mümbit coğrafyayı namus, bu toplumu kardeş, üzerinde tepindiğimiz bu manevi mirası ümmetin gözbebeği bilmektir.
Benim asıl derdim, peşinden koştuğumuz tek dişi kalmış canavar “gençlik” diye haykırırken yegane hazinemiz olan ama bilerek, isteyerek, farkındalıkla toprağa gömdüğümüz nesillerimiz; namaz kıldığı halde yalan söyleyebilen, oruç tuttuğu halde hırsızlık yapabilen, “dindar” yetiştiğini sandığımız ve kültür emperyalizminin dar ağacında sallandırdığımız gençliğimizdir!
Benim asıl derdim, “dolaştırılan can emanetse, o can o bedende dolaştığı müddetçe temas ettiği her şey de bir emanettir” diyebilen Anadolu insanının artık buharlaşan idraki, kaybolan feraseti, yetim kalan basiretidir.
Benim asıl derdim; taşıdığı candan, yaşadığı evden, oturduğu koltuktan, cebindeki paradan, eşinden, çoluk çocuğundan dahi emanet diye bahsedebilen bir idrakin bu coğrafyada yeniden yeşermesi, aldığın nefesten karşılaştığı insana, yaşadığın andan sarf ettiği söze kadar hepsinin birer emanet olduğunu bilen bir hakikatin dirilmesidir.
Bunları yapın, dünyanız da, makamlarınız da, imzalarınız da, ev sahipliğiniz de sizin olsun!
Kim ne derse desin, önümüzü açacak, dünyayı iyi tanıyan, çağrısı çağını kuracak, bize yol haritası çıkaracak, hiçbir kınayıcının kınamasına aldırış etmeden yalnızca hakikatin izini sürecek ilim, irfan ve hikmet yolculuklarına çıkacak bir öncü kuşak yetiştirmek istiyorsak eğer; bize düşen, hakikat kaleleri yıkılmadan evvel oraları mesken eyleyen kötülere kötü, yaptıkları yanlışlara yanlış, çirkinliklere çirkinlik diyebilmek; bunu yaparken de tamahkâr bir tüccar gibi fayda zarar hesabı ile değil; hakiki bir Müslüman hasbîliği içinde faydadan feragat ederek zararı göze alarak kötünün kötülüğünü, çirkinin çirkinliğini, yanlışın yanlışlığını ifade edebilmektir.
Bu mümbit coğrafyanın hızla sekülerleşmesinin önüne geçecek, İslâmî varlığını, kimliğini ve ruhunu koruyacak yılmayacak ve yıkılmayacak samimî ve sahici bir Müslüman toplum inşa etmenin başka yolu yok çünkü.
Nükte ile başladık bu haftaki kelama, yine bir nükteyle bitirelim;
Adamın biri etrafındakilere ‘kurban‘ meselesini anlatıyormuş:
“Hazreti Musa Allah’a dua etmiş.
‘Ya Rabbi, bana bir kız evlat bahşedersen onu sana kurban edeyim.
‘ Bir zaman sonra duası kabul olmuş ve Hazreti Musa’nın bir kızı olmuş, adını Ayşe koymuş. Çocuğun kurban edileceği zaman gelince Hazreti Musa bıçağı yavrucağın boynuna dayamış. Tam kesecekken Azrail gökten elinde bir keçiyle gelmiş”
Hikâyenin tam bu noktasında dinleyenlerden biri dayanamamış ve şöyle demiş:
‘Ben bunun neresini düzelteyim? Hazreti Musa değil Hazreti İbrahim, kız değil erkek, Ayşe değil İsmail, Azrail değil Cebrail, keçi değil koç.’
Derler ya hani; anlamayana davul zurna az…
Müebbet muhabbetle…